Ne  zamandır "Düşünen İnsan", "Düşen İnsana" dönüşmekte. Nerede o düşler, felsefe  akımları, ütopyalar, izmler, büyük umutlar çağı? Düşüncenin ve aklın  dorukları... Filozoflar, yazarlar, şairler, ressamlar, müzisyenler... Halk  Önderleri. Nereye gittiler? Halk nereye gitti? 
 
Oturmuşsun  televizyonun karşısına, elinde bir kumanda.  
Kim  daha canlı? Sen mi yoksa televizyon mu? Kafan karışık. 
 
Tüketim  toplumunun ürünüsün. Algılama-seçim sürecinde ona göre, hızlı ve alık  sürdürürsün işini. Sürekli olarak açık ya da gizli çoklu uyarıcı bombardımanı  altındasın, mıhlanmışsın koltuğuna ve uyarılamaz hale gelmişsin artık. Bir beyin  yıkama seansının içindesin.
***
Uzun  bir yolda, yolcu olarak seyahat ediyorsunuz. Sıkıldınız, yanınıza aldığınız  kitabı okumaya başladınız. Ama bir türlü konuya yoğunlaşamıyorsunuz, hatta  başınız dönmeye başladı okuduğunuzu bile anlayamaz oldunuz. Sarsıntılar için  şoföre kızdınız ve yola kızdınız, sonunda pes edip kitabı bıraktınız. Aracın  sarsıntısı mıdır acaba sizi bulandıran? Yoldan kayıp giden nesneler mi? Kitap  mı? 
Taşıt  tutmasının bulguları ve baş dönmesi, merkezi sinir sistemine diğer dört  sistemden birbirine zıt mesajlar geldiğinde ortaya çıkmaktadır. Örnek olarak  fırtınalı bir günde uçağa bindiğinizi düşünün. Uçağınız hava akımlarından dolayı  sallanmaktadır, fakat gözleriniz bu hareketi algılamamaktadır. Çünkü bütün  gördüğünüz uçağın içidir. Bunun sonucunda beyniniz birbiriyle uyuşmayan mesajlar  almaktadır. Sizi bundan dolayı uçak tutabilir. Veya bir arabanın arka koltuğunda  oturmuş kitap okuduğunuzu düşünün. İç kulağınız ve deri reseptörleriniz  yolculuğun hareketini algılayacaktır. Ancak gözleriniz sadece kitabı görecektir.  Bu nedenle sizi taşıt tutabilir. 
 
Örneğin  şoförde vertigo olmaz. Tıpkı sistemi yönlendirenler gibi. Bulantıyı yaşayanlar  hep yönlendirilenlerdir. 
 
İletişim  otoyolunda gözün önünden kayıp giden uyarıcıların fazlalığı ise, bireyi kalıcı  bir ilgisizlikle sonuçlanan bir akıl tutulması durumunda bırakmaktadır.  
İşte  böyle denetimsiz, başıboş bilgi de 'belli bir sığası ve algılama hızı olan'  insan aklını, tıpkı aşırı tıklama alan internet sitelerinin çökmesi gibi  çökertmektedir. 
Peki,  bu bilgi denetimi nasıl sağlanır? İnsan kendini bu gelişigüzel bilgi  bombardımanından nasıl korur. İşte eytişimsel (diyalektik)- bilimsel tabanlı  eğitimin önemi burada ortaya çıkmaktadır. Bilimsel eğitimi içselleştirmiş bir  akıl, her şeyden önce kendini dogmatik bilgiye karşı doğal bir zırhla kaplar.  Nedensiz, nasılsız, temelsiz her türlü bilgi daha kapıda, kişinin yine kendi  bilinçli uğraşlarıyla geliştirdiği eytişimsel korumalar tarafından geri  çevrilir. Belli bir sığası olan beynini yolgeçen hanına çevirip, çalçene berber  misali olur olmaz her türlü bilgi ile doldurmaz. 
Her  konuda her şeyi bilen, en azından her konuda bir çift lafı olan ilk çağ  filozoflarının tersine; modern yaşam bir uzmanlaşma alanıdır. Borsadan, suyun  arıtılmasına, ekmek imalatından kuantum mekaniğine kadar her alan kendi içinde  öylesine bir uzmanlık gerektirir ve öylesine çok spesifik alt dallara bölünür  ki, bu alanlarda bir kelam etmeye çalışan modern çağın filozofları çoğunlukla ya  yanılırlar ya da son derece güdük açıklamalarla gerçeğin özüne inemeyip onu  çarpıtırlar. Bu durumun kaçınılmaz sonucu ise, 'kopyala-yapıştır' aydınlarını  üretmesidir. İçselleştirilmemiş bilgi dolaşıma sunulur, ne olduğu bile  anlaşılmadan binlerce kopyası elden ele aktarılır olur. 
 
Çarpıtmacıların  başında, dinin dogmalarını bilimsel verilerle yeniden yorumlamaya çalışan  ilahiyatçılar gelir ki, yarım yamalak bilgileri ve göz bağcılığından ibaret dini  argümanlarıyla, bilim adamından çok birer misyoner gibidirler. Birkaç gün önce  yine dini bir kanalda, tüm çocuklarını Adnan Hoca tarikatına kaptırmış olan  Profesör Cevat Babuna, almış eline sopasını "Biz her şeyi çiftler halinde  yarattık" ayetini temel alarak, evrendeki her şeyin düalitik olduğunu iddia  ediyor ve bunun da Kuran'da yazılı olduğunu anlatıyordu. Hatta daha da ileri  giderek Kuran'ı bilim adamları okumuş ve anlamış olsalardı bu düalitik yapıyı  temel varsayım olarak bilecekler ve bilim alanında daha hızlı atılım  yapabileceklerdi iddiasını ortaya atıyordu. Kuran koşutlu bilimsel eğitim talebi  ise, açıkça dile getirilmemiş olmasına karşın sanırım bu söylemden kendiliğinden  çıkarılabilecek bir durum olsa gerek. Oysa burada basit sorular sorulabilir.  Ruhun zıttı nedir, aklın zıttı nedir, nötronun zıttı nedir, suyun zıttı nedir,  yaşamın zıttı ölüm müdür? Sevginin zıttı nedir? Kara Maddenin ya da ether'in  zıttı nedir? Işığın-fotonun zıttı nedir? Gravite'nin zıttı nedir? Enerjinin  zıttı nedir? Bozon'ların zıttı nedir? Ve daha nicesi...   Düalite yavan  yüzeysel bir evren açıklamasıdır. Evrenin zıttı nedir? Birbirine zıt denen  şeyler gerçekten zıtlar mıdır? Tanrının zıttı nedir? Varlığın zıttı yokluk  mudur? Yani dualite kuramı getirdiği çözümlerden çok daha fazla soru işaretleri  getirmektedir.   Tüm bu sorulara düalitik yanıtlar bulmak mümkündür ama bu  yanıtların çoğunun, özü açıklamakta son derece kısır kalacağını da göreceksiniz.  Yani bir terazinin bir kefesine soruyu, diğer kefesine de yanıtını koyduğunuzda  terazi dengede kalamayacaktır.   Yani en temel mantık kuralına geri  dönüyoruz; bir bilinmeyen başka bir bilinmeyenle açıklanamaz. 
 
Tabii,  öte yandan bir aile dramına da, yeri gelmişken değinmekte yarar görüyorum; Cevat  Babuna'nın evlatlarının ana-babayı reddedip evi terk ederek, daha radikal  tarikatlara yönelip de, boynuz kulağı aşar misali neden Vatikan çevirileriyle  Evrim düşmanlığı yaptıklarını anlamak zor olmasa gerek. Olay aslında, inançları  ve özgür bilim arasında bocalayan bir tıp doktorunun tipik bir görüntüsünden  ibaret. Çünkü Evren'de hem makro hem de mikro ölçekte düalitik olmayan sayısız  yapı söz konusudur. Salt düalitik olanları ya da olgu ve nesnelerin sadece  düalitik yanlarını   alıp anlatarak din bezirganlığı yapmak, muhafazakar  eğilimli tıp doktorları içinde çok yaygın. Nitekim, biyologlar, insan vücudunun,  atomik boyuttan organ boyutuna kadar, yapısallığından çok işleyişini öğrenen tıp  doktorlarının bir çoğunun evrim teorisini anlamakta zorlandıklarını bilirler.  Aslında gayet açık bir nedeni var bunun, basit olarak tıp doktorları, insan  organizmasının temel bilimcileri olmayıp mühendisleridirler. Yaptıkları iş temel  bilimden çok, bir organ mühendisliği çalışması hatta çoğunlukla teknisyenlikten  ibarettir. 
 
İşte  böyle, bir tıp doktoru, Evrendeki düalite hakkında kendini, ilgili alanlardaki  yarım yamalak bilgisiyle bir fizikçiden bir kimyacıdan ya da bir biyologdan daha  yetkin görüp söz söylemeye kalkarsa ve özellikle de bunu din ile harmanlayarak  yaparsa, işte orada temel bilimcilerin, "Dur bakalım arkadaş bu yaptığın  edepsizlik nedir?" diyerek haddini bildirmeleri gerekir. İşte bir "bilim  konseyinin" temel işlevi budur. Aksi takdirde bilgi vertigo'su bizzat bilim  adamlarının çıkarlarının bir yan etkisi olarak, bilgi alıcılarını bunaltmaya ve  akılları tutmaya devam edecektir. 
 
Laiklik  yalnızca din ve devlet işlerinin ayrılması demek değildir. Din ve bilimin  ayrılması da, doğrudan laiklikle ilişkili bir durumdur. Özellikle dini  eğilimlere sahip kişilerin kamuoyu önünde derme çatma, çalma çırpma verilerle  bilimsel gerçekleri, dini dogmalarını desteklemek amacıyla çarpıtmaları da  laikliğin ihlali anlamına gelir. Televizyonlarda hemen her konuda dine uygunluk  adına beyanat veren ilahiyatçıların, sosyologlardan, psikologlara, pedagoglara  hatta doğrudan tıbbi konulara değin geniş bir alanı işgal ettiklerini görüyoruz.  Bu da bir laik toplum görüntüsü değildir. İşte Radyo Televizyon Üst Kurulunun  laikliğe uygun olmayan yayınları denetlemediğinin bir kanıtı daha. Gerçi gece  gündüz   hurafelerle gerici yayın yapan cemaat televizyonlarına karşı her  hangi bir önlem alınmazken, sözünü ettiğimiz durum yine bir "Bilim Konseyi"nin  varlığını ve denetimini gerektirdiğinden, neredeyse ütopiktir. 
 
Örneğin  bir deprem olgusu karşısında, konu ile ilgili bilim adamları, şehir  planlamacıları, mühendisler, belediyeler, sosyal yardımlaşma kurumları vesaire  laf söyleyecekken, ikide bir ilahiyatçı profesörlerin beyanatlarının halka  pompalanmasının deprem gerçeği üzerindeki anlamı nedir? "Gidin 'risotto  içinde şarap' günah mı değil mi gibi konularla uğraşın, sizin ne haddinize  bilimsel konularda fetva vermek ! Ne biliyorsunuz da konuşuyorsunuz? Daha  mastürbasyonun bile günah olup olmadığını çözememişsiniz, kalkmışsınız, aile  psikologluğuna soyunuyorsunuz, neredeyse boşanma davalarına bilirkişi olarak  gireceksiniz. İnsan biraz haddini bilir." 
 
Laikliği  kılık kıyafetten ibaret sanıp, akıl ve bilim dışı yaşam taleplerini, 'düşünme ve  söz söyleme özgürlüğü hatta farklı yaşam paradigmaları' olarak değerlendirmeye  kalkanlara bir şey demek gerekir burada, "eşinizle nasıl yatıp kalkacağınız  hakkında bile fetva veren bu mollalardan hiç mi rahatsız olmuyorsunuz?" "Nasıl  olsa benim keyfim gıcır, bu gün bunu, yarın ötekini yalarım, benden sonrası  tufan" diyen, düştükleri nihilistik hümanizm bataklığında sülükleşen, Aydınlanma  Çağının tüm entelektüel kazanımlarını ceplerine sıkıştırılan birkaç kuruş için  satan bu "cep aydınlarına" da karşı durmalı aydın. Çünkü toplumsal "bana  ne"ciliğin kaynaklarıdır bunlar. Düşen İnsan'ın yaratıcıları ve  aklayıcılarıdırlar. Lümpenliğin mimarları, hedonizmin temsilcileridirler.  Sürekli iktidarların ayakları dibinde, ya Kralın Soytarısı rolünde ya da  sahibinin yasını iki hafta tutan köpekler gibidirler. Kimin kayığında iseler,  onun türküsünü söylerler ve iktidara göre repertuarlarını yenilerler. Geçen  hafta Başbakanla televizyonda açık oturum yaparken izlediğim Uğur Dündar'ın  yüzündeki ifadede gördüğümüz o 'bakın nasıl muhalefet ediyorum' maskesindeki  gibi "sorulabilir" sipariş sorularla güdümlü muhalefet bile yaparlar. Zorlama  bir ciddiyet, hiç kırpılmayan gözlerle sunulan dikkat ve tane tane kabızlık  çekercesine ağızdan dökülen sözcükler. Rol kesmenin dorukları, neredeyse çanak  soru soracak. Yersen!
 
Kadir Çöpdemir, Emin Çölaşan'ı da Bekir Çoşkun'u da sevmezmiş. Ne gam! Hatta yazardan bile saymazmış, hiçbir edebi değerleri yokmuş. -Portakal, orda kal! Tamam Emin Çölaşan'ı bende sevmem ama iş özellikle edebi bağlamda hele hele Bekir Coşkun'un yazarlığına laf söylemeye gelince, iktidar yalakalığı yapacağım diye saçmaladığın, cümle âlem önünde kırmızı maymun götü gibi görülür. Bunu Kralın Soytarısına örnek göstermek için anlattım. -Ya, Çöpten demir Kadir, bir de Hoca Nasreddin'liğe soyunursun, kemiklerini sızlatıyorsun Nasreddin Hoca'nın; O bir iktidar yalakası değildi. O bir densiz değildi. O bir halk aydını idi. Çağları da o yüzden aştı, anlıyor musun?
Yoruldum...
Tuncay TEMİZ
Ağustos 2007
Yorumlariniz icin: http://tuncaytemiz.blogcu.com/4052936/
Sema Karaoglu, Founder Meltem Birkegren, Director
www.DofA.org
www.wearetheturks.org
Daughters of Atatürk is proud to promote Turkish Heritage across the globe. Mustafa Kemal Atatürk shaped the legacy we proudly inherited.
His integrity and dynamism and vision constantly inspires us. We are thankful to him for walking the untrodden path, achieving the unimaginable dream, living the eternal vision. We are the Turks, we are the future of Turkey.
Change settings via the Web (Yahoo! ID required)
Change settings via email: Switch delivery to Daily Digest | Switch to Fully Featured
Visit Your Group | Yahoo! Groups Terms of Use | Unsubscribe
__,_._,___
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder