29 Şubat 2008 Cuma

[Daughters_of_Ataturk] BULANTI

 

Ne zamandır "Düşünen İnsan", "Düşen İnsana" dönüşmekte. Nerede o düşler, felsefe akımları, ütopyalar, izmler, büyük umutlar çağı? Düşüncenin ve aklın dorukları... Filozoflar, yazarlar, şairler, ressamlar, müzisyenler... Halk Önderleri. Nereye gittiler? Halk nereye gitti?

 

Oturmuşsun televizyonun karşısına, elinde bir kumanda. 

Kim daha canlı? Sen mi yoksa televizyon mu? Kafan karışık.

 

Tüketim toplumunun ürünüsün. Algılama-seçim sürecinde ona göre, hızlı ve alık sürdürürsün işini. Sürekli olarak açık ya da gizli çoklu uyarıcı bombardımanı altındasın, mıhlanmışsın koltuğuna ve uyarılamaz hale gelmişsin artık. Bir beyin yıkama seansının içindesin.

***

Uzun bir yolda, yolcu olarak seyahat ediyorsunuz. Sıkıldınız, yanınıza aldığınız kitabı okumaya başladınız. Ama bir türlü konuya yoğunlaşamıyorsunuz, hatta başınız dönmeye başladı okuduğunuzu bile anlayamaz oldunuz. Sarsıntılar için şoföre kızdınız ve yola kızdınız, sonunda pes edip kitabı bıraktınız. Aracın sarsıntısı mıdır acaba sizi bulandıran? Yoldan kayıp giden nesneler mi? Kitap mı?

Taşıt tutmasının bulguları ve baş dönmesi, merkezi sinir sistemine diğer dört sistemden birbirine zıt mesajlar geldiğinde ortaya çıkmaktadır. Örnek olarak fırtınalı bir günde uçağa bindiğinizi düşünün. Uçağınız hava akımlarından dolayı sallanmaktadır, fakat gözleriniz bu hareketi algılamamaktadır. Çünkü bütün gördüğünüz uçağın içidir. Bunun sonucunda beyniniz birbiriyle uyuşmayan mesajlar almaktadır. Sizi bundan dolayı uçak tutabilir. Veya bir arabanın arka koltuğunda oturmuş kitap okuduğunuzu düşünün. İç kulağınız ve deri reseptörleriniz yolculuğun hareketini algılayacaktır. Ancak gözleriniz sadece kitabı görecektir. Bu nedenle sizi taşıt tutabilir.

 

Örneğin şoförde vertigo olmaz. Tıpkı sistemi yönlendirenler gibi. Bulantıyı yaşayanlar hep yönlendirilenlerdir.

 

İletişim otoyolunda gözün önünden kayıp giden uyarıcıların fazlalığı ise, bireyi kalıcı bir ilgisizlikle sonuçlanan bir akıl tutulması durumunda bırakmaktadır.

İşte böyle denetimsiz, başıboş bilgi de 'belli bir sığası ve algılama hızı olan' insan aklını, tıpkı aşırı tıklama alan internet sitelerinin çökmesi gibi çökertmektedir.

Peki, bu bilgi denetimi nasıl sağlanır? İnsan kendini bu gelişigüzel bilgi bombardımanından nasıl korur. İşte eytişimsel (diyalektik)- bilimsel tabanlı eğitimin önemi burada ortaya çıkmaktadır. Bilimsel eğitimi içselleştirmiş bir akıl, her şeyden önce kendini dogmatik bilgiye karşı doğal bir zırhla kaplar. Nedensiz, nasılsız, temelsiz her türlü bilgi daha kapıda, kişinin yine kendi bilinçli uğraşlarıyla geliştirdiği eytişimsel korumalar tarafından geri çevrilir. Belli bir sığası olan beynini yolgeçen hanına çevirip, çalçene berber misali olur olmaz her türlü bilgi ile doldurmaz.

Her konuda her şeyi bilen, en azından her konuda bir çift lafı olan ilk çağ filozoflarının tersine; modern yaşam bir uzmanlaşma alanıdır. Borsadan, suyun arıtılmasına, ekmek imalatından kuantum mekaniğine kadar her alan kendi içinde öylesine bir uzmanlık gerektirir ve öylesine çok spesifik alt dallara bölünür ki, bu alanlarda bir kelam etmeye çalışan modern çağın filozofları çoğunlukla ya yanılırlar ya da son derece güdük açıklamalarla gerçeğin özüne inemeyip onu çarpıtırlar. Bu durumun kaçınılmaz sonucu ise, 'kopyala-yapıştır' aydınlarını üretmesidir. İçselleştirilmemiş bilgi dolaşıma sunulur, ne olduğu bile anlaşılmadan binlerce kopyası elden ele aktarılır olur.

 

Çarpıtmacıların başında, dinin dogmalarını bilimsel verilerle yeniden yorumlamaya çalışan ilahiyatçılar gelir ki, yarım yamalak bilgileri ve göz bağcılığından ibaret dini argümanlarıyla, bilim adamından çok birer misyoner gibidirler. Birkaç gün önce yine dini bir kanalda, tüm çocuklarını Adnan Hoca tarikatına kaptırmış olan Profesör Cevat Babuna, almış eline sopasını "Biz her şeyi çiftler halinde yarattık" ayetini temel alarak, evrendeki her şeyin düalitik olduğunu iddia ediyor ve bunun da Kuran'da yazılı olduğunu anlatıyordu. Hatta daha da ileri giderek Kuran'ı bilim adamları okumuş ve anlamış olsalardı bu düalitik yapıyı temel varsayım olarak bilecekler ve bilim alanında daha hızlı atılım yapabileceklerdi iddiasını ortaya atıyordu. Kuran koşutlu bilimsel eğitim talebi ise, açıkça dile getirilmemiş olmasına karşın sanırım bu söylemden kendiliğinden çıkarılabilecek bir durum olsa gerek. Oysa burada basit sorular sorulabilir. Ruhun zıttı nedir, aklın zıttı nedir, nötronun zıttı nedir, suyun zıttı nedir, yaşamın zıttı ölüm müdür? Sevginin zıttı nedir? Kara Maddenin ya da ether'in zıttı nedir? Işığın-fotonun zıttı nedir? Gravite'nin zıttı nedir? Enerjinin zıttı nedir? Bozon'ların zıttı nedir? Ve daha nicesi...   Düalite yavan yüzeysel bir evren açıklamasıdır. Evrenin zıttı nedir? Birbirine zıt denen şeyler gerçekten zıtlar mıdır? Tanrının zıttı nedir? Varlığın zıttı yokluk mudur? Yani dualite kuramı getirdiği çözümlerden çok daha fazla soru işaretleri getirmektedir.   Tüm bu sorulara düalitik yanıtlar bulmak mümkündür ama bu yanıtların çoğunun, özü açıklamakta son derece kısır kalacağını da göreceksiniz. Yani bir terazinin bir kefesine soruyu, diğer kefesine de yanıtını koyduğunuzda terazi dengede kalamayacaktır.   Yani en temel mantık kuralına geri dönüyoruz; bir bilinmeyen başka bir bilinmeyenle açıklanamaz.

 

Tabii, öte yandan bir aile dramına da, yeri gelmişken değinmekte yarar görüyorum; Cevat Babuna'nın evlatlarının ana-babayı reddedip evi terk ederek, daha radikal tarikatlara yönelip de, boynuz kulağı aşar misali neden Vatikan çevirileriyle Evrim düşmanlığı yaptıklarını anlamak zor olmasa gerek. Olay aslında, inançları ve özgür bilim arasında bocalayan bir tıp doktorunun tipik bir görüntüsünden ibaret. Çünkü Evren'de hem makro hem de mikro ölçekte düalitik olmayan sayısız yapı söz konusudur. Salt düalitik olanları ya da olgu ve nesnelerin sadece düalitik yanlarını   alıp anlatarak din bezirganlığı yapmak, muhafazakar eğilimli tıp doktorları içinde çok yaygın. Nitekim, biyologlar, insan vücudunun, atomik boyuttan organ boyutuna kadar, yapısallığından çok işleyişini öğrenen tıp doktorlarının bir çoğunun evrim teorisini anlamakta zorlandıklarını bilirler. Aslında gayet açık bir nedeni var bunun, basit olarak tıp doktorları, insan organizmasının temel bilimcileri olmayıp mühendisleridirler. Yaptıkları iş temel bilimden çok, bir organ mühendisliği çalışması hatta çoğunlukla teknisyenlikten ibarettir.

 

İşte böyle, bir tıp doktoru, Evrendeki düalite hakkında kendini, ilgili alanlardaki yarım yamalak bilgisiyle bir fizikçiden bir kimyacıdan ya da bir biyologdan daha yetkin görüp söz söylemeye kalkarsa ve özellikle de bunu din ile harmanlayarak yaparsa, işte orada temel bilimcilerin, "Dur bakalım arkadaş bu yaptığın edepsizlik nedir?" diyerek haddini bildirmeleri gerekir. İşte bir "bilim konseyinin" temel işlevi budur. Aksi takdirde bilgi vertigo'su bizzat bilim adamlarının çıkarlarının bir yan etkisi olarak, bilgi alıcılarını bunaltmaya ve akılları tutmaya devam edecektir.

 

Laiklik yalnızca din ve devlet işlerinin ayrılması demek değildir. Din ve bilimin ayrılması da, doğrudan laiklikle ilişkili bir durumdur. Özellikle dini eğilimlere sahip kişilerin kamuoyu önünde derme çatma, çalma çırpma verilerle bilimsel gerçekleri, dini dogmalarını desteklemek amacıyla çarpıtmaları da laikliğin ihlali anlamına gelir. Televizyonlarda hemen her konuda dine uygunluk adına beyanat veren ilahiyatçıların, sosyologlardan, psikologlara, pedagoglara hatta doğrudan tıbbi konulara değin geniş bir alanı işgal ettiklerini görüyoruz. Bu da bir laik toplum görüntüsü değildir. İşte Radyo Televizyon Üst Kurulunun laikliğe uygun olmayan yayınları denetlemediğinin bir kanıtı daha. Gerçi gece gündüz   hurafelerle gerici yayın yapan cemaat televizyonlarına karşı her hangi bir önlem alınmazken, sözünü ettiğimiz durum yine bir "Bilim Konseyi"nin varlığını ve denetimini gerektirdiğinden, neredeyse ütopiktir.

 

Örneğin bir deprem olgusu karşısında, konu ile ilgili bilim adamları, şehir planlamacıları, mühendisler, belediyeler, sosyal yardımlaşma kurumları vesaire laf söyleyecekken, ikide bir ilahiyatçı profesörlerin beyanatlarının halka pompalanmasının deprem gerçeği üzerindeki anlamı nedir? "Gidin 'risotto içinde şarap' günah mı değil mi gibi konularla uğraşın, sizin ne haddinize bilimsel konularda fetva vermek ! Ne biliyorsunuz da konuşuyorsunuz? Daha mastürbasyonun bile günah olup olmadığını çözememişsiniz, kalkmışsınız, aile psikologluğuna soyunuyorsunuz, neredeyse boşanma davalarına bilirkişi olarak gireceksiniz. İnsan biraz haddini bilir."

 

Laikliği kılık kıyafetten ibaret sanıp, akıl ve bilim dışı yaşam taleplerini, 'düşünme ve söz söyleme özgürlüğü hatta farklı yaşam paradigmaları' olarak değerlendirmeye kalkanlara bir şey demek gerekir burada, "eşinizle nasıl yatıp kalkacağınız hakkında bile fetva veren bu mollalardan hiç mi rahatsız olmuyorsunuz?" "Nasıl olsa benim keyfim gıcır, bu gün bunu, yarın ötekini yalarım, benden sonrası tufan" diyen, düştükleri nihilistik hümanizm bataklığında sülükleşen, Aydınlanma Çağının tüm entelektüel kazanımlarını ceplerine sıkıştırılan birkaç kuruş için satan bu "cep aydınlarına" da karşı durmalı aydın. Çünkü toplumsal "bana ne"ciliğin kaynaklarıdır bunlar. Düşen İnsan'ın yaratıcıları ve aklayıcılarıdırlar. Lümpenliğin mimarları, hedonizmin temsilcileridirler. Sürekli iktidarların ayakları dibinde, ya Kralın Soytarısı rolünde ya da sahibinin yasını iki hafta tutan köpekler gibidirler. Kimin kayığında iseler, onun türküsünü söylerler ve iktidara göre repertuarlarını yenilerler. Geçen hafta Başbakanla televizyonda açık oturum yaparken izlediğim Uğur Dündar'ın yüzündeki ifadede gördüğümüz o 'bakın nasıl muhalefet ediyorum' maskesindeki gibi "sorulabilir" sipariş sorularla güdümlü muhalefet bile yaparlar. Zorlama bir ciddiyet, hiç kırpılmayan gözlerle sunulan dikkat ve tane tane kabızlık çekercesine ağızdan dökülen sözcükler. Rol kesmenin dorukları, neredeyse çanak soru soracak. Yersen!

 

Kadir Çöpdemir, Emin Çölaşan'ı da Bekir Çoşkun'u da sevmezmiş. Ne gam! Hatta yazardan bile saymazmış, hiçbir edebi değerleri yokmuş. -Portakal, orda kal! Tamam Emin Çölaşan'ı bende sevmem ama iş özellikle edebi bağlamda hele hele Bekir Coşkun'un yazarlığına laf söylemeye gelince, iktidar yalakalığı yapacağım diye saçmaladığın, cümle âlem önünde kırmızı maymun götü gibi görülür. Bunu Kralın Soytarısına örnek göstermek için anlattım. -Ya, Çöpten demir Kadir, bir de Hoca Nasreddin'liğe soyunursun, kemiklerini sızlatıyorsun Nasreddin Hoca'nın; O bir iktidar yalakası değildi. O bir densiz değildi. O bir halk aydını idi. Çağları da o yüzden aştı, anlıyor musun?

 

Yoruldum...

 

Tuncay TEMİZ

Ağustos 2007

 

Yorumlariniz icin: http://tuncaytemiz.blogcu.com/4052936/

__._,_.___

Sema Karaoglu, Founder               Meltem Birkegren, Director
www.DofA.org
www.wearetheturks.org

Daughters of Atatürk is proud to promote Turkish Heritage across the globe. Mustafa Kemal Atatürk shaped the legacy we proudly inherited.
His integrity and dynamism and vision constantly inspires us. We are thankful to him for walking the untrodden path, achieving the unimaginable dream, living the eternal vision. We are the Turks, we are the future of Turkey.




Your email settings: Individual Email|Traditional
Change settings via the Web (Yahoo! ID required)
Change settings via email: Switch delivery to Daily Digest | Switch to Fully Featured
Visit Your Group | Yahoo! Groups Terms of Use | Unsubscribe

__,_._,___

Hiç yorum yok: